İşte oturma odamızın manzarası... Hayat Bordeaux'da çok sakin. Hiç kimse telaş içinde değil.
Bu bağ bulunduğumuz laboratuvarın arkasında. Universite Bordeaux 2, Victor Segalen, INRA, Department of Oenology. Çok güzel görünüyor.

ve enstitü
Laboratuvardakiler normalde çok çalışıyorlar, bu ise çok nadir görebileceğiniz bir durum çünkü bir doğum günü kutlaması var. İngilizce iletişim kurmak normalde çok zor, Fransızlar bu konuda çok kötüler fakat neyse ki burada birileri mutlaka İngilizce biliyor.
Avusturalya'dan Dr. Marcus Herderich bize Avustralya bağcılığı-şarapçılığı ve karşılaştıkları problemler üzerine bir seminer verdi ve bende dinleme şansını bulabildim.
Burada laboratuvar tüm zamanımı alıyor, erken dönme şansı bulursam yolda inip gördüğüm şeyleri bir inceleyip tekrar yola devam edebiliyorum. İşte bu da öyle günlerden birinden;
La Catedrale Saint Andre, gördüğüm ilk katedral. İnanılmaz ihtişamlı ve soğuk. Düşündükçe bile ayaklarım sızlıyor.
Bu inip binme olaylarına bayıldım burda, bir aylık kart alıyorsunuz ve sınırsız inip-binme hakkınız oluyor. Hem de tüm tramvay ve otobüslerde geçerli. Tüm bu sistem TBC tarafından yürütülüyor. Şehir tam bir taşıma ağı ile örülmüş (http://www.infotbc.com/)
http://velo-cite.org/ Burası arkadaşım Annie'nin çalıştığı yer. Bu bir yardım kuruluşu ve Annie de burada gönüllü olarak bu işi yapıyor. Velo cite, şehirde bisiklet kullanımını yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bisiklet kullanmasını bilmeyenlere, maddi durumu yeterli olmayanlara ücretsiz derler veriyorlar, yol haritaları, uyarı işaretleri dağıtıyorlar. Bir şekilde ihtiyaç duyanlara bisiklet sağlamaya çalışıyorlar. Ben de Annie'den ikinci el bir bisiklet alıp yollara düşeceğim galiba. Bu arada fotoda Annie hemen kapı kenarında duruyor. Ortadaki ev arkadaşım, buradaki ailem Loraine ve yanındaki de onun en yakın arkadaşı Thomas.
Bu bey de Simon, buranın ünlüsüymüş kendisi
Ne diyebilirim ki, bu kız krep işini iyi biliyor.
Bu arada genel olarak Bordeaux'dan bahsedecek olursak;
Bir kere şehirde şarap her yerde, havaalanındaki heykelde, otobüsteki adamın elinde, okulun önündeki durakta, posterlerde... Ama bunu zaten tahmin edebilirsiniz.
Bunun dışında bir kibarlık, anlatamam. Otobüste, laboratuvarda insanlar sürekli birbirini selamlıyor, ve sürekli bir lütfenler, özür dilerimler havada uçuşuyor. Bu konuda aşırı hassaslar. Eğer lütfen demezseniz, bir ekmek için uzun süre bekleyebilirsiniz. Ama bunlar hep alışılmış bir rutin, normalde ise çok resmiler (Burda ev arkadaşımı ve onun aradaşlarını ayrı tutmayı bir borç bilirim, yakınlarına yakınlar yani. Bir de onlar biraz farklılar herkesten, standardı iyi saptıracak cinsten yani).
Bir kere şehirde şarap her yerde, havaalanındaki heykelde, otobüsteki adamın elinde, okulun önündeki durakta, posterlerde... Ama bunu zaten tahmin edebilirsiniz.
Bunun dışında bir kibarlık, anlatamam. Otobüste, laboratuvarda insanlar sürekli birbirini selamlıyor, ve sürekli bir lütfenler, özür dilerimler havada uçuşuyor. Bu konuda aşırı hassaslar. Eğer lütfen demezseniz, bir ekmek için uzun süre bekleyebilirsiniz. Ama bunlar hep alışılmış bir rutin, normalde ise çok resmiler (Burda ev arkadaşımı ve onun aradaşlarını ayrı tutmayı bir borç bilirim, yakınlarına yakınlar yani. Bir de onlar biraz farklılar herkesten, standardı iyi saptıracak cinsten yani).
Hava ise inanılmaz değişken, okyanusun etkisi galiba ama öyle böyle değil. Tabi şimdi Mart ayındayız, tam geçiş zamanı. Bir gün önce kar yağıyor, diğer gün günlük güneşlik, 15 derece. Hava iyi diye çıkıyorsun, 15 dk'a sağnak indiriyor, bir rüzgar çıkıyor, aklını alıyor. Böyle bir soğuğu ömrümde ilk defa yaşadım. Alnım nasıl acıyordu aman Allahım. Ama neyse ki çok uzun sürmedi. 2-3 gün çok kötüydü. Yani burada kat kat giyinip, her an her şeye hazırlıklı olmak lazım. Alışıyorum galiba artık.
Şehirde kendimi bir şekilde Sims City içinde gibi hissediyorum. Yavaş yavaş ilerleyen arabalar, birbirini bekleyen insanlar. Düzenli işleyen sistemler. Kaosa alışmış biri olarak çok garipsedim ama insan huzura da alışabiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, herşey çok güzel, her yerde tarih var ama bir şeyler eksik hala burda. İçime sinmiyor bir şeyler.
Sadece kısa süreliğine tadını çıkarıyorum değişimin.
Keyifli zamanlar
güzel bi yazı olmuş okurken dinlendiğimi hissettim
YanıtlaSilHerkesin resmini koymuşsun da kendi resmin neden yok? Utanmaya sıkılmaya gerek var mı? Çirkin de olabilirsin, şişman da, ama yeter ki samimi ol. Yazından da böyle bir insan olduğun belli..
YanıtlaSilTeşekkürler yorumlar için:)
YanıtlaSilResimleri ben çektiğim için genelde başkaları oluyor. Ama sondan 2. fotoda Simon'un sağında duran benim. Zaten o da buradaki ilk fotoğrafım.
Çok güzel bir seyahat olmuş, okurken ben de keyif aldım. Yalnız birşey soracağım, Avustralya'dan bir kişinin sunumunu okuyunca aklıma geldi. Orada yaşarken, en kaliteli şaraplara bile katkı maddesi ilave edildiğini öğrenmek beni çok üzmüştü, bu konuda mesela Fransa'da bulunan kanunlar orda yok. Şaraplar tatlı tatlı gelince sormuştuk ve "evet tabii ki şeker ilave ediyoruz!" cevabını alınca çok şaşırmıştık.. Bu konuda ne düşünüyorsun merak ettim yani AU şaraplarının kalitesi konusunda?
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, çok mutlu oldum. Yani şekeri katkı maddesi olarak görmüyorum aslında, kükürt de ilave etmek zorundayız aksi halde her türlü konrol edilemez bir şey oluyor. Ama tabi hakklısın, insan biraz kandırılmış hissediyor. Yine de ben Avustralya şaraplarını beğeniyorum, sonuçta bazen iyi şarap içmek çok pahalıya mal olabiliyor Avrupa şaraplarında, Yeni dünyalar ise değişik işlemlere açık oldukları için, türlü türlü denemeler yapıp çok hoş ve uygun fiyatlı lezzzetler sunabiliyorlar. Yani neden biz de lezzetli şarap içmeyelim değil mi?
YanıtlaSil